KUTUPLARIMLA BULUŞMAK

Kutup kelimesinin bana ilk çağrıştırdığı zıtlık ve çatışma idi. İki taraftan birini seçme zorunluluğu ve belki de bu halin bir sonucu olarak diğer “taraf”, yani karşıdaki ile bitmeyen bir gerilim demekti.

Otuzlu yaşlarımın ortalarında kendim ile ilgili meselelere daha çok kafa yormaya başladığım zamanlarda zıtlıkların barındırdığı anlamda derinleşme şansı buldum. Debie Ford’un “Işığı Arayanların Karanlık Yanı” kitabı, bu anlamda müthiş bir kapıyı sakin ve yalın bir anlatımla önüme açtı. Kitapta; müthiş bir zenginlik ve potansiyel ile hayat bulduğumuz bu dünyada, özellikle çocukluk dönemimiz boyunca nasıl da zihinsel ve duygusal sınırlamalara maruz kaldığımızı ve bu dönemdeki yargıların kendi fikrimizmiş gibi nasıl kuvvetli negatif iç seslere dönüştüğü anlatılıyordu.

Fakat, konunun benim için anlam bulduğu asıl süreç sevgili Nita Scherler ile gerçekleşen Gestalt öğretisine dair yolculuğum olmuştur. Derslerin hemen başında paylaştığı piyano metaforu ile kutup kavramı arasında kurduğu bağlantıyı hala hatırlarım. Her birimiz tıpkı bir piyano gibi 88 tuşla vücuda gelmişizdir. Potansiyelimiz pek çok farklılığı barındıran sonsuz bir zenginliktir. Ancak, sosyal yazılım denilen aile, okul, içinde yaşanılan kültür gibi dinamiklerin içinde “doğru” tuşlar ve “yanlış” tuşlar bize öğretilir. Bize göre doğru dediğimiz her durumun bir de zıttı vardır ki o topraklarda dolaşmayı hiç ama hiç istemeyiz. Oysa ki; doğalında hayat, tüm parçaları ile bütündür ve insan her parçasını deneyimledikçe genişler ve büyür. Örneğin kendi hikayeme baktığımda, kendimle özleştirdiğim “aceleci” parçamın, “yavaş” olanı, başkaları için kendini adayan “fedakar” parçamın, “kendine sahip çıkma” halini, “güçlü” olmaya çalışan parçamın, “zayıflığı” nasıl reddettiğini hatırlıyorum.

Analitik psikolojinin kurucusu olan Carl Jung da insanlık tarihinin ortak kişilik temalarını “arketip” kavramı ile açıklarken, kişiliğimizin bastırılmış, saklı kalmış ya da aşırılaşmış parçalarını “gölgelerimiz” olarak tanımlar. Bebek halimiz özgündür ve her türlü duyguyu özgürce ifade eder. Üzülünce ağlar, öfkelenince bağırır, coşkumuzu paylaşırız. Ancak büyüdükçe “kötü” olarak tanımlanan özellikler özenle bir kutuya kaldırılır ve yokmuşçasına bastırılır. Gölgelerimiz ya da kutuplarımız için en çok fırsat barındıran dinamiklerden birisi ilişkilerimizdir. Uzak ya da yakın çevrede bizi kızdıran, kaçındığımız ve gerginlik barındıran durumlar gölgemize en çok yaklaştığımız anlar olabilir. Bir anlamda karanlık taraf, ışığımızı da içinde barındırır.

“İnsan, en çok kaçtığına yakalanırmış” sözündeki gibi uzak durmaya çalıştığımız “öteki”, farklı kişilerin, durumların ve deneyimlerin temsili ile biz kaçtıkça karşımıza çıkar; ta ki diğer parçamızı kabul edene ve kapsayana kadar. İhtiyacım olduğunda yavaşlayabileceğimi ve bunun “yanlış” olmadığını bilmek, kendime sahip çıkabilmenin “bencillik” sayılmadığını kavramak ya da “zayıf” hissettiğim anlarımla barışmak ve kırılganlıklarımı kabul edebilmek kutuplarım ile yaptığım barış anlaşmalarından birkaçı mesela.

Tüm tuşların üzerinde özgürce dolaşabilmek, her birinin insan olma halinin doğalında var olduğunu idrak etmek, bu anlamda esneyebilmek, müthiş bir alan açıyor. Belirsizlik, bilinmezlik ve farklı topraklara çok da aşina olmamak ürkütürken, aynı tuşlara basmak kolay gelse de insanın doğasında olan çocuksu merak yeniyi çağırıyor. Yeni sesler ve tonlar keşfedilmeyi bekliyor. Her bir keşifte daha “bütün” hissetmek bizlerin elinde.

Yazdığım kadar kolay olmasa da odaklanmak, fark etmek ve özellikle duygusal olarak en etkilendiğimiz ve belki de negatif olarak tanımladığımız durumları bir kaynak olarak görmek bu yolculuğun ödülünü de içinde barındırıyor. Her keşif ve kabulden sonra kutuplar arasında bir denge bulsak da yeni bir gerilimin yeni bir keşif kapısını açacağı muhakkak. Hayat da tüm bu deneyimlerin bir bütünü aslında.