DUYGU NEYDİ? DUYGU EMEKTİ!

Varoluş boyutlarımızdan biri olmasına rağmen duygularımızı keşfetmek ve yönetmek bütünlemeye kaldığımız derslerden biri gibi görünüyor. Nice öğretide altı çizilir lakin, biz bazen o yokmuş gibi davranmayı tercih ederiz. Bu durum onu fark etmediğimizden, tanımlayamadığımızdan ya da baş etmekte zorlanarak kaçmayı tercih etmemizden kaynaklanabilir.

Duygusal Zeka kitabının yazarı Daniel Goleman, duyguyu, bir his ve bu hisse özgü belirli düşünceler, psikolojik ve biyolojik haller ve bir dizi hareket eğilimi olarak tanımlıyor. Yani aslında kapsamı oldukça geniş. Koçluk seanslarında nasıl zihinsel olgular üzerinde çalışıyorsak duygular da özel olarak odaklanılması gereken bir alan olarak ortaya çıkabiliyor. Hatta bazı koçluk görüşmelerimdeki anlatılan bir duruma dair “Nasıl hissediyorsunuz/hissettiniz?” sorusuna karşılık; “His derken???” cevabı ile karşılaştığım anları hatırlıyorum! Ya da duyguyu tanımlarken onun yerine düşüncelerin söylendiği anlar oluyor mesela. “Bana fikrimi sormadığını hissettim.” “Benimle ilişkisini bitirmek istediğini hissettim.” “Bu söylediğimden mutsuz olduğu duygusuna kapıldım.” “Bu yeni fikirden hoşlanmış gibi geldi.” gibi… Bu ve benzeri cevapların altı biraz daha kazındığında kızgınlık, hayal kırıklığı, endişe, üzüntü, rahatlama, güven ve benzeri tanımlara ulaşmak mümkün.

Aslında geçmişten bugüne duyduğumuz tanımlar kendimizi ifade ederken bize de rol model olmakla birlikte, duygusal olarak kendimizi ifade etmekte çok da teşvik edilmemiş olabiliriz. “Nasılsın?” sorusuna dahi “iyi, kötü, fena değil” gibi kalıpları kullanmak kolayımıza gelir. Gündelik hayatın hızlı akışı dışındaki sohbetlerde bile buna sıkça tanık oluruz. Oysa, hayat ve insan, bu yanıtlardan daha derin ve karmaşıktır. “İyi” tanımının ötesinde, sakin, heyecanlı, coşkulu, huzurlu, rahat, mutlu, sevgi dolu, hafif ve daha pek çok duygu, “kötü” tanımının ötesinde ise tedirgin, huzursuz, öfkeli, kızgın, üzgün, yorgun, gergin ve daha pek çok duygu barınıyor olabilir içimizde. Aslında onlarca duygunun içinde birkaçına sıkışıp kaldığımızı fark etmek beni de başlangıçta çok şaşırtmıştı. Ya kestirmeden gidiyorduk ya da daha fazla sorguya maruz kalmamak için renk vermiyorduk. Öyle ya; derinlere dalmış aslında sadece düşünceli ve sakin hisseden birisinin, yanına yaklaşan kişinin “Ne oldu, bu ne keder; Karadeniz’de gemilerin mi battı?” sorusuna muhatap olduğundaki sıkıntısını tahmin edebiliriz. Hatta bazen, ortalamaya göre daha heyecanlı, enerjik, kendini mutlu hisseden biri de bu duygularını frenlemeye çalışırken bulabilir kendini. Ne de olsa “elalem lobisi”nin aktifliği ile meşhurdur bu diyarlar.

Bu duygusal durumlarımıza dair açmazlarımızı bir deniz topuna benzetirim. Suyun altında tutabilmek için çabaladığımız deniz topunun, suyun yüzeyine çıkma gayreti gibi insanın her duygusu yüzeye çıkabilmek için kendine bir yol arar durur. Kişi, o üstüne bastığı duygu her ne ise yokmuş gibi davrandıkça, görmedikçe, adını koymadıkça, ifade etmedikçe baskı artar ve olmadık yerlerde zorunlu yüzleşmeler baş gösterir.  Hatta farklı öğretilerde bedendeki izdüşümleri de ele alınan olumsuz duyguların, pek çok rahatsızlığa yol açtığı da aşikardır.

Duygularımızdan ve özellikle olumsuz olarak tanımlananlardan kaçmamızı tetikleyen bir unsurda kendimizi o duygu ile özdeşleştirmekten geliyor. Örneğin “öfkeli, kızgın, gergin ya da huzursuz Banu” olarak tanımlanmaktan kaygı duymak yerine, aslında bunların an ya da durum itibariyle hissettiğim duygular olduğunu idrak etmem farkı yaratıyor. “… durumunda öfkeli/kızgın/gergin hissettim/hissediyorum” gibi.  Yani bir kişilik tanımından değil, o ana özgü duygumdan bahsediyorum aslında. Böylece hoşa gitmeyen bir duygu durumuna yapışma endişesi de anlamını yitiriyor. Çünkü her şeyin başında, duygular gelirler ve geçerler. Olumlu da olsa olumsuz da olsa, şiddetleri  değişse de, her birinin süresi vardır ve geçecektir. Ayaklarımız yerden kesilecek kadar mutlu olduğumuzda da, öfkeden haykırmak istediğimizde de bir süre sonra bunlardan eser kalmayacaktır. Yerine başka duygular gelecek ve onlar da geçecektir. Baki olan ise; tüm olup bitene manalar yükleyip duygudan duyguya savrulan bizler, “insan” hallerimiz olacak.

Bir tarafıyla çeşit çeşit aldığı şekiller gibi suya benziyor; coşkulu, durgun, katı ya da sıcak halleri var duygularımızın, bir tarafı ile de hava durumu gibi; yağmurlu, serin, rüzgarlı ya da sıcak oluyor ve ona “iyi”, “kötü” yorumları yapanlar bizleriz. Hem özel hem de iş yaşamımızda sesini duyurmaya, ziyaret edilmeye ihtiyacı olan bir toprak gibi duygularımız.  Yine Goleman’ın Yeni Liderler kitabında örneklerini verdiği gibi, günümüz liderlerinin arasında sayısal zekasının yanına duygusal zekasını da ekleyenlerin, iletişim, ilişki yönetimi, aidiyet ve bağlılık yaratma konularında nasıl fark yarattıklarına daha çok şahit oluyoruz artık. Ve tabii her konuda olduğu gibi; önce kendileri ile çalışan ve farkındalıklarını geliştiren liderler takımlarında da bu alandaki davranışları ve etkileri ile iyi rol modeller oluyorlar. 

Olumlu ya da olumsuz duyguların yönetimi sürecinde önemli iki kavramdan biri “şahitlik” bana kalırsa; gelip giden duygularıma sadece tanıklık ettiğimde, yargılamadığımda ve bir olgu olarak tanımladığımda işler biraz daha kolaylaşıyor. Duyguya yapışarak kendimi onunla var etmiyorum bu defa. Bu sürecin ikinci önemli parçası da  “niyet”. Mevcut durumuma dair duygusal durumumu kendi içimde netleştirdiğimde bir temel soruyu sormak iyi gelebilir? “Şu anda neye ihtiyacım var?” Bu sorunun cevabı bana neyin iyi geleceğine dair fikir verebilir. Destek almak, paylaşmak, mekan değiştirmek, kendimle kalmak, keyiflenecek bir şeyler yapmak, o duyguda kalmaya devam etmek gibi. Bütün bunlar ancak, duygudan kaçmadan ama duygu ile temas ederek olabildiğinde işe yarayabilir. Aynı şekilde içinde bulunmaktan hoşnut olduğum ya da olumlu hisler barındırdığım durumlara da dikkat etmek kıymetli. İşler yolunda giderken bize neyin iyi geldiğini bilmek, olumlu duyguda kalabilmek de bir tür kendini tanıma anlamına geliyor. Bu bilgilerle hangi adımları atmaya niyet ettiğimi tanımlamak kendimden doğru hareket ederek bilinçli bir şekilde sorumluluk almamı sağlıyor.

O meşhur filmin (*) repliği olan “sevgi emektir” tespitinden hareketle duygularımızla temas etmenin de bir emek işi olduğunu söylemek mümkün. Kendini tanımak, kendine zaman ayırmak, çevreden gelen geri bildirimlere kulak kabartmak, iç sesini duymak, yüzleşmek ve ihtiyacını tanımlamak gibi adımlar belki başta çok kolay ilerlemiyor ama deneyimledikçe ve çaba harcadıkça bu boyutumuzun sesini duymaya daha hevesli hale geliyor ve güçleniyoruz.

(*) Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un aynı adlı romanından uyarlanan, 1977 tarihli Selvi Boylum Al Yazmalım filmi.