BU HAYATA NE VERDİN?
Resim sanatı ile ilişkim çok derin olmamasına rağmen, ilişkimiz daha ziyade; müze ve sergi ziyaretlerine gitmek, eser ve yaratıcısı ile bağ kurmak, ait olduğu dönemlere dair düşünmek ve bende uyandırdığı duyguları keşfetmek şeklinde tanımlanabilir.
Tüm bu keşif yolculuğunda kalbime en çok dokunanın Vincent Van Gogh (1853-1890) olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Seyahat fırsatı bulduğum şehirlerde ona dair eserlerin olduğu mekanları mutlaka ziyaret ederim. Hatta kendimi çok şanslı hissettiğim çok kereler, farklı şehirleri ziyaretimde geçici sergilerine denk gelip; içinde kaybolmuşluğum vardır.
Pozitif psikoloji üzerine çalışmaları ve katkıları ile bilinen Martin Seligman, Authentic Happiness (Gerçek Mutluluk) kitabında altı ana erdemden biri olan “aşkınlık” (transcendence) kavramını, kendimizden daha büyük bir bütünün parçası olma hali olarak tanımlar. Ona göre bu durum, günlük hayat akışı içinde, doğada, sanatta, matematikte ya da bilimde hayranlık ve şaşkınlık uyandıran güzellikleri ve mükemmeli görmektir. Hayatın içindeki iyi şeylerin farkında ve minnettar olabilmek, umut ve iyimserlikle geleceğe bakabilmek, amaca odaklı bir çaba içinde yaşamak, hayatın daha büyük ve geniş bir anlamı olduğuna dair inanç taşımak, “aşkınlık” özellikleri olarak sıralanır. Ve tutku; tüm bedenini ve ruhunu katarak yaptığın şeye kendini adama halidir.
Her karşılaşmamızda, Van Gogh’un hayatı, eserleri ve sözleri ile bana verdiği ilham, belki de tüm bu sıralananları temsil etmesinden kaynaklanır. Karşılaştığı bütün zorluklara rağmen azmini ve tutkusunu hiç kaybetmemesi, hayatın içindeki güzellikleri görme inadını koruması, işe yarar bir şey yaptığına dair inancına sahip çıkması eşine az rastlanır bir haldir.
Hayatın içinde akarken çokça hayattan beklentilerimizi düşünürüz. Kendimize, işe, ailemize ya da sevdiklerimize dair bir dolu plan vardır kafamızda. Hayat aldıklarımızdan ve verdiklerimizden oluşsa da şu soru daha yüzeyde kalır; “Bu hayat bana ne verdi?” Hayattan hep alacaklarımız var gibidir. Hatta bazılarımız, ilişkilerinde dahi bu alacak-verecek haline odaklanır. Hayat; planlar, tahminler, hedefler ve beklentiler ile doludur. Doğan beklentilerin ne kadarı karşılanmış ve ne kadarı kalmıştır? Yıl sonları ve doğum günleri, bu bilançoları çıkarmak için ideal zamanlardırJ Mevcut ve yeni beklentiler tekrar çalışılır, listelenir ve iç sorgulamalar devam eder; “Hayattan beklentilerim karşılanıyor mu?”
Uzunca bir süredir soruyu tersten sormanın açtığı kapıları düşünüyorum; “Ben hayata ne veriyorum?” Bana göre hayat, bir ömrün ötesinde o ömre sığan ilişkiler, temas ettiğimiz her insan, ayak bastığımız her ortam, elimizden çıkan her iş, söylediğimiz her söz ve hatta vicdanımızla oluşan bir bütün. Bir yanım, evrendeki şu nokta kadar küçük halimiz ile kendimizi olduğumuzdan büyük görmeyelim; milyarlarca yıllık dünya yaşında iki basamaklı ömürlerimizi çok da abartarak kibre düşmeyelim derken, diğer yanım “insan” olmanın, erdemli kalabilmenin, gelişmenin, olgunlaşmanın, bu biricik hallerimizden yola çıktığını ve koca bir insanlık tarihini yazdığını söylüyor. Galiba en iyi çözüm “denge” kavramında yatıyor. Kişisel olarak içinde yer aldığımız irili ufaklı dünyalarımıza katkı sağlamak, kibirlere boğulmadan bütüne fayda yaratmak, kişisel bir iz bırakabilmek nasıl mümkün ona odaklanalım.
İmzasını attığı yüzlerce eseri olmasına rağmen, hayatını kaybetmeden önce sadece bir eseri satılan Van Gogh’un ısrarla ve tutku ile sürekli üretmesi, kuşkusuz önce kendi içindeki ateş ile tetiklenen bir hal. İtalya’nın Otranto şehrinde karşımıza çıkan bir sergisinde gözlerimi dolduran şu cümlesini hatırlıyorum; “Ben öldükten sonra, eğer bir kişi bile resimlerime bakar ve o resimdeki duyguda onunla buluşursak, boşuna yaşamamışım demektir.” Vefatının üzerinden 100 yılı aşkın bir zaman geçmişken, milyonlarca insan ile buluşabilmesi ise tam da bu kişisel niyeti ile mümkün olabilmiş. İyi ki bırakmamış, vazgeçmemiş ve biz o güzel eserler ile buluşup dünyayı başka açılardan keşfetme şansı bulmuşuz.
Her birimizin varoluşu, hayatta bir domino etkisi yaratıyor. Bazılarını farkında olarak yaşıyoruz ama farkında ve bilinçli olmadığımız anlarda bile etki yaratmaya devam ediyoruz. Hatta, bazen nasıl bir etki yarattığımızın tanığı bile olamıyoruz. Sadece bu dünyadan göçtüğümüz için değil, etki yarattığımız kişinin sonraki hayat karelerini görme fırsatımız olmadığı için de… Çocuklar ebeveynlerinin davranışlarını tekrar ediyor, iş hayatına ilk adımını atanlar ilk yöneticileri yoğurdu nasıl yiyor ona bakıyor dikkatlice, ilham aldığımız kişilerin hikayelerine imreniyor, rol model gördüklerimizin tavır ve tutumlarını örnek alıyoruz kendimize. Her birimizin de küçük ya da daha büyük sayılarda takip edeni var. Bu bilinçle bakınca hayat bugünden gördüğümüzün ötesinde daha büyük bir döngü. Yazının başında bahsi geçen “aşkınlık” kavramında da ifade edildiği gibi daha büyük bir dünya ve oluş halinin görece küçük parçaları olarak ne katarız bu hayata, biraz da ona bakalım. Yaşamı, değer verdiği ve anlam bulduğu unsurlar üzerinden yaşayan insanların olgunluğu ve duruşlarındaki zenginlik, hayata sundukları katkıda saklı olabilir.
(*) Van Gogh’un Ren Nehri Üzerinde Yıldızlı Gece (Starry Night Over The Rhone) adlı eseri, Güney Fransa’da bulunan Arles şehrinde yaşadığı döneme aittir (1888).