DEĞİŞİMİ KUCAKLAMAK
Alıştığımızın dışına çıkmak, farklı bir adım atmak, yeni olanı denemek; coşku ile sükûnet ya da tedirginlik ile korku aralığında yoğunluğu farklılaşan duygularda yakalıyor çoğu zaman bizi. Hayatta, değişime çok çabuk uyum sağladığımız, belki daha güçlü bir duruşla harekete geçtiğimiz anlar da oluyor mutlaka. Değişime dair isteği daha derin ve güçlü bir şekilde hissettiğimiz durumlarda; içimizde bir tedirginlik olsa da, kararlılığımız daha güçlü bir şekilde kendisini gösteriyor. Yine de değişimin, ne kadar kolay ve rahatlıkla hayatımıza davet ettiğimiz bir kavram olduğu, durup düşünmeye değer.
Değişim, bir durum, davranış ya da bakış açısı ile ilgili farklılık yaratmak, bir şeyleri farklı yapmak ile ilgili aslında. Daha çok konuşmak yerine daha fazla “dinleyen” olmaya karar vermek, her zaman tercih edilen bir restoran yerine yeni bir mekanı denemek, başka bir sektörde ve belki farklı bir rolde işe başlamak, yeni bir şehre ya da ülkeye taşınmak, bir duygu durumunu yönetirken alışılmışın dışında davranmak, yeni bir yönetim becerisi kazanmaya ve uygulamaya çalışmak, hayatın içindeki küçük ya da büyük etkileri olan değişim eşiklerini yaşadığımız anların örnekleri olabilir.
Değişim yolculuğu, bazen bizim dışımızdaki faktörler ile oluşan bazı gelişmeler ışığında “gerekli” görülerek başlayabiliyor. Değişimi tetikleyen dış etkenler yüzünden içimizdeki “şikayetçi” nin sesini daha çok duyar hale gelebiliyoruz. Ya da tam tersine; içimizdeki ihtiyaç ve istek o kadar baskın hale geliyor ki; değişmemenin maliyetinin mevcut duruma katlanmanın maliyetinden daha yüksek olduğunu fark ettiğimizde “artık yeter!” diyerek kişisel olarak değişimi başlatıyoruz. İç ya da dış etkenler ile de olsa ortada sistemin, ilişkinin ya da bireyin tetiklediği bir ihtiyaç ve bir istek, değişimi davet ediyor.
Her iki halde de alışılmışın dışına çıkmak, derinliğini kestiremediğimiz bir suda yüzmek gibi. Oysa sığ ya da alışılmış sular ne kadar konforlu ve güvenli geliyor. İranlı yazar Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık kitabının kahramanı, ırmakta yaşayan ama büyük denizlerde neler olduğunun merakındaki balık misali, bir yanımız, açılmak, büyümek ve keşfetmek istiyor. Keşif sadece yeni yerleri görmek değil. Bana göre keşif, kendimize koyduğumuz (ya da koyulmuş bulduğumuz) sınırlarımızı aşabilmeyi, nereye kadar cesaret gösterebileceğimizi görmeyi, korkuya rağmen deneyimlemeyi ve başka türlüsünün nasıl olabileceğine dair hayaller kurmayı ve umudu barındırıyor. Değişim, bir dönüşüm hikayesi aynı zamanda. Değişime dair tereddütleri yaşarken, zorlanırken, denerken, vazgeçip ama sonra tekrar ederken, tüm o iç ve dış sesler ile mücadele sırasında kişinin dönüşümünün de hikayesi.
Nörobilim üzerine yapılan çalışmalarda tanımlanan ve beynimizin ana ihtiyaçlarından biri olan “kesinlik” ihtiyacı; değişim kararı ile gelen “belirsizlik” ile mücadelemizden neden kaçındığımızın da bir açıklamasıdır aslında. Deneyimli liderlerin dahi herhangi bir davranış değişikliğine karar verdikleri durumda, “yeni” davranış ya da tutum karşısında gelecek tepkilere dair belirsizlikten kaygılandıklarını, hızla geçmiş alışkanlıklara dönerek, kendilerini emin hissettikleri “eski” akıştaki konforu tercih ettiklerini gözlemleyebiliyoruz. Bu noktada eski ve yeni arasındaki farkı, değişime neden ihtiyaç duyulduğunu, bunun önemi ve anlamını açık ve samimi bir şekilde ifade etmenin süreci kolaylaştırdığına inanıyorum.
Aynı zamanda, değişimi yönetmek kendi içimizde bir mücadeleyi barındırırken, bir de dışarıdaki dünyanın etkileri ile baş etmek daha kararlı bir duruş gerektiriyor. Bu süreçte yanımızda olabilecek dostlar, yol arkadaşları, ortaklar, ekip üyeleri ya da aile ciddi bir destek gücü sağlayabilir. Tüm bunlara rağmen değişim süreci kişinin direksiyon koltuğunda oturduğu bir yolculuk. İç motivasyon ve kararlılık, küçük dahi olsa adım atmaya devam etmek, aralara rağmen yolda kalmak ve en ideal duruma gelmeden bile kendini kutlayabilmektir farkı yaratan.
Değişim alıştığımız, aşina olduğumuz, çerçevesi çizilmiş bir dünyadan bilinmeyen, belirsiz ve belki de karmaşık dünya arasındaki eşiği geçince hayat buluyor. En çok da duygularımızdaki hareketlenme bu eşikte olduğumuzun habercisi gibi. Endişe, tedirginlik, coşku, merak, heyecan dolu hallerimiz, karın ağrısı, titreyen dizler ya da midede uçuşan kelebekler hep o bilinmeze, alışılmaz olana giden yolculukta değişimin başladığına dair mesajları barındırıyor.
Tüm bu kararların, adımların, endişelerin peşinden gelen evrede kendimize ve dünyaya dair yeni öğrenmeler gerçekleşse de doyumun ya da içsel memnuniyetin arttığı asıl yer “büyüme alanı” olarak tariflenen alan. Tıpkı “Hayat konfor alanının dışında başlar.” sözündeki gibi değişimi deneyimledikçe öğreniyor, gelişiyor ve büyüyoruz. Büyüme alanı, kendimiz, amacımız, hayalimiz, olmak istediğimiz halimiz ve görünür kılmak istediğimiz özelliklerimiz ile kavuştuğumuz o güzel yer. Değişim, her bir varoluş boyutumuzu harekete geçiren, zihnimizdeki sınırlamaları fark ederek özgürleştiğimiz, duygusal iniş çıkışları yönetmeyi öğrendiğimiz, özümüzden gelen çağrıyı duyma niyetini hatırlatan bir kapı aslında.
Hayata dair küçük ya da büyük her türlü değişim yolculuğu, dış dünyamıza dair bir etki yaratmakla birlikte daha da önemlisi iç dünyamızdaki büyümeye ve genişlemeye işaret ediyor bana kalırsa. Değişimi davet etmek, bir yol arkadaşı gibi birlikte kat edilen yolun sonunda kendimizi kutlamak yeni değişim ve büyüme alanlarına açılan bir kapı.
“Keşke..” ile başlayan cümlelerimizin yer aldığı o listeden, en yakın ve en kolay olanı seçip ona dair bir küçük adım atarak işe koyulabiliriz. Mahatma Gandhi’nin o güzel “Görmek istediğin değişimin kendisi ol.” sözündeki gibi işe kendimizden başlamak en iyisi!